MISIR’A YOLCULUK , KENDİME SEYAHAT
Şubat ayında yaptığım seyahat planım
sabırla ve heyecanla süren bir bekleyişin sonunda 16 Mayıs Cumartesi günü
başladı. Havaalanına ise sabaha karşı 3 gibi gittim. Zaten 3 gün önceden
bavulumu hazırladığım için o anlamda bir telaşım yoktu. Aslında evde bekleyeceğime
grupla tanışmak ve sohbet etmek için daha erken çıkmaya niyet etmiştim ki evde
elektrikler kesildi. Elbet vardır bunun da bir hayrı demek ki oturmam lazım
dedim. Nitekim 1 saat kadar sonra elektrikler geldi ve çıktım.
Havaalanına vardığımda seyahat edeceğim
grupla ilk yüzyüze tanışmam oldu ve harika bir tanışma ve enerjiyle
birlikteliğimize start vermiş olduk.
3 saatlik bir beklemeden sonra 06:45
uçağına bindik. İçimde bir “kavuşma” heyecanı vardı fakat neye kavuşacağım ve
ne olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan
sonra Kahire havaalanına indik. Alanda otobüslerimize doğru yürürken yanıma çok
ciddi kıyafetli ciddi görünümlü bir adam geldi. Ben ne oluyor acaba diye
düşünürken, kulağıma eğilerek “ Oynama şıkıdım
şıkıdım” diye şarkı söylemeye başladı : )))))
İlk kahkahalarım orada patladı ve sonrası da geldi : )))
Otobüse binip pencereden Kahire
yollarını seyrederken birden “Merhaba ben geldim sizi çok özledim” dediğimi
fark ettim. Sanki başka biri söylemiş gibi.. kendi kendime şaşırdım. Fakat
halen kimi ya da neyi özlediğimi bilmiyordum..
Kahire’yi Gizze’ye bağlayan köprüden
geçerek Gizze tarafına gittik. Bizim Anadolu – Avrupa yakası gibi bir köprü ve
bölge. Giderken Ölüler Şehri diye bir
yerden geçtik. Orası çok ürperticiydi. Kahire de
bulunan Emeviler'den kaldığı söylenen bir bölge. Yüzyıllar boyunca insanlar
yaşadıkları evin bahçesine gömülmüş ve yıllar sonra geriye bahçesinde mezar
olan bir sürü boş ev kalmış.
Daha sonra fakir halk bu mezarlıkların üzerine
ev yapmışlar ve orada yaşamaya başlamışlar. Yani altta mezarlar üstte ya da
içinde insanlar yaşıyor. Fakat burası yasak
bölge gibi. Yani kimseyi sokmuyorlar fotoğrafa falan asla izin vermiyorlar hatta pek dost canlısı da değillermiş. Böyle olunca
da hükümet bakmış onları buradan çıkaramıyor semt yapmış minibüs falan koymuş
etrafını da duvarla örmüş. çin seddi gibi bir yer olmuş. Yalnız görüntü
gerçekten ürkütücüydü.. Bu da hayatın içinden bilmediğimiz milyonlarca kareden
bir tanesi..
(ölüler Şehri)
(Gizze'ye geçerken , Köprüden Kahire)
Otel’de odalarımız ayarlanırken vakit kaybetmeyelim diye
bavullarımız otobüs bagajında bizler aynen istanbul’dan geldiğimiz kıyafetlerle
Direkt Büyük Piramit’e gittik. Aslında 3 piramitler. Keops, Kefren ve Büyük
Piramit olarak. Biz Büyük piramite girdik diğerlerinin de fotoğrafını çektik.
Büyük piramit Mısır Firavunu
Khufu'nun, bilimsel saptamalara göre anıt-mezar olarak MÖ 2560'da yaptırdığı
söyleniyor ve Dünyanın 7 harikası kapsamında sayılıyor.
Firavunun inisiye odasına
ve Lahitinin bulunduğu yere çıkmak için cidden Klostrofobisi olmayanları bile
zorlayan bir deneyim olduğunu itiraf edeyim. Hele ki benim gibi uzun boylu ve
eğildiği halde halen sırtı tavana çarpan biriyseniz, ciddi odaklanarak ve beyninizi
boşaltarak çıkmanızı tavsiye ederim. Çünkü yaklaşık 100 - 150 mt. Daracık ve
havasız bir merdivenden yukarı doğru tırmanarak dar bir yerden neredeyse
sürünerek lahit odasına girdik.
Daha önce oraya giden ve
Turu organize eden arkadaşımız yaptığı organizasyonla lahitin içine girerek
sırayla meditasyon deneyimi yaşadık. Herkese 1 dk süre verildi.
Yattığımız yer bir boş bir
lahit. Yani yaklaşık 2 mt boyunda maksimum 1 mt eninde dikdörtgen taş bir
kutunun içine girip uzandık gibi düşünebilirsiniz. Tabii özelliği olan bir taş
kutu : )
Açıkcası ben çok fazla
beklentiye girerek yatmadım. Hiçbir ön düşüncem yoktu. Sadece uzandım ellerim
yanda avuçlarım yukarıda kendimi bıraktım. Birden ışık bir Tünele çekildiğimi
fark ettim. Bir varlıklar bana sarılıyordu fakat bu sarılmanın içinde özlem ve
Sevgi vardı. Hissediyorum. Sanki nerelerdeydin seni özledik der gibiydiler. Bu
sevgi dolu sarılma duygusunu yakın zamanda ve aynı yoğunlukta bir de Kryon
seminerinde Kryon ile yapılan kanal bağlantısında yaşamıştım. O yüzden çok
tanıdık ve sevgi dolu olması beni çok mutlu etti. Sonra ışığa çekildim fakat
neresi bilmiyorum. Derken Hasan beni uyandırdı ve sanki ruhum bedenden çıkmış
tekrar bedenime girmiş gibi bir his yaşadım. Ayılamadım nerede olduğumu
anlayamadım. Saatlerce kalmışım gibi hissettim. Zamanı kaybettim. Hasan’a
sordum. 1 dk kaldın dedi..
İşin enteresan tarafı o
deneyimden sonra ben Mısır’da sürekli zaman kavramını karıştırdım. Yani
normalde Türkiye saati ile tam 1 saat geri saatler ve öyle karıştırılacak bir
şey yok . Fakat orada zaman yavaşlamış gibi geldi bana. Akşam oldu diyorum
bakıyorum öğlen yeni olmuş. Öğlen mi diyorum bakıyorum akşam 5 olmuş. Böyle
enteresan bir döngüye girdim.
Daha sonra Sfenks’i
ziyaret ettik. Mısırlılar Sfenks’in Kefrenin görünen yüzü diyor. İlginç bir yapı.
Piramitlerde bol bol panorama fotoğraflar çektirdik. Papirüs
müzesine gittik ve otelimize döndük.
Zaten otele döndüğümüzde yemeğimizi yedik ve yattık konuşmaya bile
halimiz kalmamıştı. Diğer günlerde pek farklı olmadı.
Ertesi gün Sakkara’da ki “Basamaklı
Piramit”e gitmek üzere hareket ettik.
Basamaklı piramit adı üstünde olduğu gibi ilk yapılanlardan ve basamak
basamak olan bir piramit. İçine girmedik. Dışarıdan fotoğraf çektik. Yamuk Piramiti ve
Kızıl Piramiti de gördük. Zaten 5 taneler. Basamaklı, Huni, Yamuk, Kızıl ve
Kefren piramitleri. Bu piramitler Mısırlıların deneyimsiz oldukları döneme ait
adı üstünde cidden yamuk piramit. Mısırlılar onlara sönmüş kek ismini vermiş.
Öyle duruyor. Benim tezime göre de “yukarıdan bakmışlar bu insanlar bu işi
beceremiyor uzaylılarda (muhtemelen hathorlar) aşağıya inip yardım etmişler ve
sonraki piramitler böyle inşa edilmiş” şeklinde muzip bir yaklaşım. Sonuçta
olasılıklar çok. Bu da benimki ;)
Bu arada PİRAMİT kelimesinin anlamı , Bedenin saklandığı yer anlamına
geliyormuş..
Memphis Müzesinde
Ramses’in devasal bir heykeli vardı. Bol bol foto çektik. Alışveriş yaptık ve imhotep müzesine doğru yola çıktık.
Bu arada yol trafiğini develer katletmiş durumdaydı. Trafik yoğun. 2. Cadde de
yoğun develer var şeklinde uyarı yapılıyormudur esprisiyle yolumuza devam
ettik.
Imhotep müzesinde Hathorların heykellerini ve
ramses dönemine ait pek çok heykel gördük fotoğrafını çektik. Gerçekten çok
güzel bir müzeydi. Zaten tüm müzeler harikaydı. Kahire müzesi ise muhteşemdi.
Kapanmasına son 1 saat kala koştura koştura gezdik. Mumyalar odasını gezmek ve
incelemek bence sadece en az 30 dakikaydı. Yani nasıl bir koşturma ve gezme
hali siz düşünün. Bu yüzden tekrar gidersem çok belli noktaları tekrar rahat
rahat gezmeye niyet ettim. En çok da Nil üzerinde gemide kalmayı diliyorum.
Çünkü en Rüya gibi olanı Nil Nehri üzerinde yaptığımız yolculuk ve uğradığımız
yerlerdi bana göre..
Ölüler kitabında geçen Ölüler
ülkesine götüren Ölüler Kayığını gördük.
Toprak altından çıkmış ve bu kayık bu amaçla kullanılmış. Cidden
meditasyonlarında kullanıyorlardı sanırım. Çok muazzam bir kayıkdı . hele ki
bunun binlerce yıl öncesinden günümüze geldiği düşünülürse gerçekten insanın
beyni duruyor.
Mısırlılarda Timsahlarla
yani Sürüngen medeniyetle yakın ilişkiler her yere yansımış. Bu anlamda
Timsahları bile mumyalamışlar. Bir müzeye gittik Timsah Müzesi. Her yer
Mumyalanmış Timsah dolu. Nübye köyüne yaptığımız ziyarette temsili turistik bir
Nübye evinde hem alışveriş hem bir şeyler içmek için oturduğumuzda orada da
kafesde 2 tane canlı timsah turistlere sergileniyordu. Şahsen ben bu timsahları mümkünse ya kafeste
ya TV’den ya da mumyalı görmeyi tercih ederim. Çünkü Sürüngenler kendimi
bildiğimden beri hazzetmediğim bir canlı grubu. Kendi doğal ortamlarında benden
uzak mutlu mesut yaşasınlar temennisindeydim. Bu arada Mısır’a gitmeden önce
National Geographic Kanal’da “Tesadüf” Timsahlarla ilgili bir Doğa Belgeseli
izlemiştim. Bir Timsah ile karşılaştığınızda asla mücadeleye ya da şiddete
girmeyin. Gördüğünüz yerde dümdüz tüm hızınızla kaçın çünkü timsahlar düz
koşamaz bir süre sonra da yorulur ve geri döner , peşinizi bırakır
demişti. Ne olur ne olmaz bu bilgiyi de
arkadaşlara aktardım J) Nil yolculuğumuzda
en çok sorulan soru bu olmuştu. Nil’’de Timsah var mı ? İnsanların olduğu suya
girilen yerler korunmalıymış. Tel örgülerle Timsahların olduğu yerden ayrılmış.
Yani Timsah varmış fakat giremiyorlarmış :D Zaten 4.gün Nil Nehrinde yüzme
programı vardı. Tekneyle Nübye köyü yakınlarında “çöl kenarı” bir yerde durduk
girmek için. Yalnız bu konu çok enteresan. Uçakla istanbul’dan Mısır’a gelirken
yanıma Eşi Türk olan ve Türkiye’de yaşayan Mısırlı bir hanım oturdu. Ona
geziden falan bahsettim ve bir ara Nil Nehrine gireceğimizi söyledim. Kadının
yüzü döndü ve “Biz Nil’e girmeyiz. Akıntı çok kuvvetlidir. Dikkatli OL” dedi
bana.. Benim de zaten aklımda tereddüt vardı. Niyeyse çok içime sinmemişti.
Mısırlı Hanıma ‘da gidince duruma göre karar vereceğimi söylemiştim. Yüzmeye gittiğimizde
üstümde mayom olduğu halde içimden girmek gelmedi. Bu arada dışarı 45 derece su
5-10 derece falan. Yani tam çivi gibi dediğimiz su. İnanılmaz bir akıntı var.
Bizim Boğaz gibi . Arkadaşlar girdiler fakat yüzmek diye bir şey yoktu tabii..
çünkü mümkün değil. Sadece kıyıda mümkün olduğu kadar serinlemeye çalıştılar.
Zaten 2 karış suda boğulmak değimini de Hasan yaşadı ve ciddi bir boğulma
tehlikesi geçirdi resmen ölümden döndü. Kimbilir belki de ben de öyle bir şey
yaşayacaktım ve iç sesim önledi.. Sonuçta Herşeyin vardır bir hayrı dedik ve
çok şükür oradan mutlu ayrıldık. Bu arada çöl kenarında olduğumuz düşünülürse
ve yukarıda da develerle bekleyen Araplar. Bayağa enteresan bir ambians’dı :
))) Rahatsızlık verme ya da taciz gibi
bir durum hiç olmadı. Zaten adamların tek derdi bize bir şeyler satabilmek.
Oraya bile tezgah kurmuşlardı hediyelik eşya ve diğer şeylerle ilgili..
Bu arada MISIR NİL’in
HEDİYESİ inancı var ve tüm hiyerogliflerinde de bu vurgulanıyor. Çünkü Nil
Nehri Hayatın başlangıcı olarak görülüyor.
NİL NEHRİ DÜNYA’DA GÜNEYDEN KUZEYE DOĞRU AKAN TEK NEHİR !
Ayrıca “Güneş Doğudan
doğar, Batıdan batar fakat orada öte alemde yeniden doğar. Orası ölüm
sonrasıdır” inancıyla Tüm Kutsal yapılarını hep BATI tarafına yapmışlar. (çok
az yerde Doğu’da piramit var çünkü mezar kazmak zor olmuş yani coğrafi
nedenlerden dolayı)
Mısır Topraklarına KARA
TOPRAK denmesinin nedeni ‘de halkın kara tenli olması değilmiş. Aswan barajı
yapılmadan önce Nil Nehri Taşarmış. Nilin taşmasından dolayı toprak da bereketlenir
Rengi siyaha dönermiş. Bu yüzden Kara Toprak denirmiş. Bundan dolayı bu ülkede
KARA yani SİYAH matem rengi değil BEREKET RENGİ olarak kullanılıyor ve kabul
ediliyor.
MISIR kelimesinin anlamı
da AKINTIYA KARŞI AKAN NEHİR imiş…
O dönemde Mısır “Aşağı
Mısır ve Yukarı Mısır” diye ikiye
ayrılıyormuş. Aşağı Mısır PAPİRÜS ile Yukarı Mısır ise LOTUS ÇİÇEĞİ ile temsil
ediliyor. Yani her yerde karşımıza çıkan Lotus ve Papirüs simgelerini
kullanmalarının anlamı buymuş. Krallar o
dönemde her iki Mısır için ayrı ayrı inisiye edilirmiş ve Tahta çıktıklarında
her iki MISIR’ı ayrı ayrı selamlarlarmış. Ayrıca Kralın iç organları için ayrı
bir piramit , bedeni için de ayrı bir piramit inşa edilirmiş. Her Kral en
heybetli kendisini göstermek için de yapılan tüm Heykeller devasıl boyutta
temsil edilmiş. Mumyalarından anladığımız kadarıyla da aslında Ufak Tefek
insanlarmış. : )
Ne kadar enteresan
bilgiler değil mi ?
Bu kadar çok detayı ben
hiçbir yerde okumamıştım. Gerçekten çok gezen mi bilir çok okuyan mı misali,
Gerçekten gezmek bizzat görmek lazım..Tabii Mısırlı Rehberimiz Emad’in
profesyonelliği ve derin bilgisi de bizi çok aydınlattı. Bu anlamda da çok
şanslıydık.
Gezdiğimiz pek çok müze
içinde en çok beğendiklerimden biri ya da beni etkileyenlerden biri İmhotep
Sakkara Müzesi oldu. Burada binlerce yıl öncesinden çıktığına inanamayacağınız
kadar yeni kalmış Mumya’lar ve Halkın genel yaşayışını anlatan heykeller,
aksesuarlar vardı. Özellikle
Aksesuarlardan çıkardığım sonuç şu ki, O dönem de kadınlar da inanılmaz süslü
ve kolye, bileklik, yüzük gibi takım aksesuarlar kullanmaya dikkat
ediyorlarmış. Ve muhteşem takılar vardı. Birçoğu taklit edilerek günümüzde
kullandıklarımızdan. Zaten gördüğüm kadarıyla tek parmak terlik de bize
Mısırlılar’dan gelmiş : ))
Etkilendiğim diğer Müze
ise Kahire Müzesiydi. Muazzam bir Müze.
Bizim gittiğimiz gün Mısır’da gelişen olaylar yüzünden önlem olarak Müzenin
önünde tanklar, çelik kuvvet ve tel barikat kurulmuştu. Aralarından geçerek
müzeye girdik. Aklımıza gezi olayları geldi ve Diren Kahire diye de esprimizi
yaptık :D Tabii çok şükür sadece bir
önlemdi. Kahire Müzesi Dünya UNESCO koruma kapsamında olduğu için Gözbebeği
gibi korunan bir yer. Yani ülkeni teslim et Kahire Müzesini verme gibi bir şey.
Müze Dünyanın tarihini geçmişini taşıyor. Gerçekten orada tek bir taşa bile
zarar gelse, Dünya tarihinden bir sayfa eksilir.. Binlerce eser olduğu
düşünülürse durumun önemi daha iyi anlaşılabilir. Müze’ye girerken fotoğraf
makinası sokmak fotoğraf çekmek Kesinlikle yasak. Yani hiç şansın yok. Makinanı
alıp seni de müzeden atarlar. O yüzden tek bir kare dahi çekemiyorsun. Zaten
her yer de kamera sistemi var. Biz bir şanssızlık yaşadık ve müzenin
kapanmasına son 1 saat kala giriş yaptık. Ve çok hızlı bir tur oldu. Halbuki
sadece mumyalar ile ilgili bölüm en az 1 saat gezilebilirdi. Olsun vardır bunun
da bir hayrı. Belki de bu benim için bir Demo oldu. Asıl filmi bir daha ki
gidişimde izleyeceğim diyorum . Bu arada sürekli bir daha ki gidişimde diyip
duruyorum galiba tekrar gideceğim … Müze’de en dikkat çekici durum HATHOR’ların
her yerde heykelinin olmasıydı. Bir de Uzay Yolu filminde ki uzaylı
karakterlerin çoğu oradaydı. Çok ilginç değil mi ? Bu da Mısırlıların uzaylı bağlantılarını
açıklıyor bence. Müzeyi Seyhan diye bir arkadaşımla grupdan ayrılarak kendimiz
free gezdik. Bir mumyanın başına geldiğimizde ikimiz de aynı anda rahatsız olup
geri çekildik. İnanılmaz bir negatif enerji ya da tabiri caizse kötülük
saçıyordu. Ona bakmak bile istemedik. Kim olduğu belli değildi. Araya yerleştirilmişti.
Uzaklaştık bakmadık. Altın Tahtlar, Arabalar, Altın aksesuarlar ve daha pek çok
şey.. Evet Tekrar gidilmesi gerek..
Gezdiğimiz her tapınağı
her yeri ayrı ayrı yazmaya başlarsam bu yazı kitap şeklini almaya başlayacak o
yüzden genel olarak gezdiğim tüm tapınaklarda enerji olarak baktığımızda herkes
eminim farklı şeyler hissetti ve yaşadı. Ben Mısır’ın enerjisini zorlu sarp
yollara benzettim. Sürekli yokuş çıkmak zorundasın sürekli mücadele olan bir
ülke karması var. Yani bu kadar manyetik ve enerji alanı yüksek bir ülkenin
böyle bir karma enerjisi olması nacizane kendi adıma ilginç geldi. Her ülkenin ve orada yaşayan insanların
karması var herkes oraya bu şekilde dahil olmaya seçerek gidiyor. O yüzden de
yine her şey olması gerektiği gibiydi diyorum.
Tapınaklarda ise “Her
tapınak pozitif enerjidir” tezinden yola çıkmak yanıltıcı olabilir. Çünkü
gittiğim tapınaklarda negatif enerjisi yüksek yerlerde vardı. Her yerde olduğu
gibi oralarda da kendimi Yüce Yaradanın Işığına ve Korumasına aldım. Akım yani
enerji anlamında da Beni öyle çok etkileyen bir yer olmadı. Enerjiyle uyumlu
olduğumu fark ettim. Yani beni aşan ya da etkileyen yüksek bir titreşim ya da
enerji hissetmedim. Herşey benim için çok doğaldı ve olması gerektiği gibiydi.
Sanki uyumlanmış gibiydim.
Büyük piramitteki lahit
deneyimim’den sonra 6. Güne kadar her şey doğal akışında normal turistik gezi
kıvamında güzel devam ediyordu. Fakat 6. Gün yani Sobekh ile Horus’un ortak
tapınağı yani MISIR’IN ŞİFA MERKEZİ olan tapınağa gidene kadar. Buraya ŞİFA
TAPINAĞI’da deniyormuş. Ve ben oraya gittiğimde yine bir sarılma hissettim.
Yine Sevgi dolu fakat içinde yoğun olarak ÖZLEM olan bir sarılma hissi..
Saçlarımdan ayak uçuma kadar titredim. İçimde mutluluk, özlem, keder, keyif
gibi karışık duygulara daldım. Sanki
yıllarca Sıla’da kalmışım da yıllar sonra evime dönmüşüm hissine kapıldım.
Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. İçimden ağlamak geldi. Taşlara dokundum
hatta sütunlara sarıldım. Sonra gittim bir yere oturdum ve anlık bir vizyon
gördüm. 6 – 7 saniye sürmüş olabilir. Belki fazla belki de az bilemiyorum.
Lakin gördüğüm şey orada Şifacı olduğumdu. Bir kadın vardı karşımda, Kraliçe
olabilir ya da öyle kudretli bir kadın. (içime doğan isim İSİS Oldu) Beni çok seviyor. En güvendiği şifacısı benmişim
ve bana çok saygı duyuyor. Sanki geçmişte bir şey olmuş ve onu ya da çocuğunu
kurtarmışım gibi net olarak algılayamadığım bir durum var. Saçlarım siyah toplu
fakat topuz gibi değil farklı. Üstümde beyaz bir elbise var. Ciddi fakat
yumuşak, çok esmer bu halime benzeyen
bir yüzüm var. Kendime geldiğimde
KENDİMİ BULDUĞUMU da fark ettim. Çünkü ben kendimi hiçbir zaman ne tanrıça, ne
Ramses, ne İsis ne de başka bir tanrı gibi hissetmemiştim. Mısır ile Bir bağım
olduğunu çok iyi biliyordum. Orada bir işçi bir evhanımı ya da benzer bir şey
olabilirdim. O topraklarda yaşadığım için de oraya ilgi duyuyor olabilirim diye
yorumlardım . ARTIK ÖĞRENDİM. Ben Şifacıymışım. Ben Hep Şifacı Olmuşum… Eski
Yuva’mı ziyaret ettim ve hasret giderdim. Oradan ayrılmak bana çok zor geldi.
Mümkün olsa siz gidin ben burada kalmak istiyorum diyecektim. Fakat tekrar
görüşeceğiz biliyorum..
Buradan ayrıldıktan sonra
etkisinden uzun süre kurtulamadım. Grubumuzun Doktoru Safiye ile paylaştım.
Acaba bundan yazımda bahsetmelimiyim diye hem kendime içime, hem Safiye’ye sordum. İç sesim “şimdiye kadar
kendine en küçük bir bilgi dahi saklamadın hep paylaştın yine Paylaşmalısın” dedi.. Safiye’de bunu
desteklercesine paylaşmam gerektiğini söyledi. Zaten Mutluluğuma en yakın şahit
olan 2 -3 kişiden biriydi..
Daha sonraki gezilerim
normal turistik modunda geçti. Çünkü ben alacağımı almış öğreneceğimi öğrenmiş
ve de ziyaretimi yapmıştım..
Enerji olarak en berrak
yerlerden biri de Luxor tapınağı idi. Buraya gece gezdik. Işıklandırmadan
dolayı akşamları geziliyor. Orada da grubu bıraktım ve tek başıma sütunların
arasında oturarak oradaki dinginliği ve huzuru yaşadım doyasıya. Tüm Mısırı
düşündüm. Gezdiğim yerleri ve geçmişteki hayat izlerini. Orada yaşayan halkı.
Yaşamlarını ve bize bıraktıklarını.. Kendimle baş başa kalmaya çok alışık
olduğum için burada ki zaman dilimi ve içsel yolculuğum benim için çok
önemliydi.
Biraz da Mısır’dan genel
olarak bahsedeyim. Mısır’ın para birimi Mısır Pound’u. Türk lirasına çevirmek
için 3’e bölmek gerekiyor. Yani 100 Mısır Pound’u yaklaşık 35 TL yapıyor. Ülke
ucuz bir ülke. Herşey pazarlıkla oluyor. Söyledikleri her şeyin 1/10’nu teklif
ediyorsunuz önce olmaz diyorlar sonra bakıyorlar ki gidiyorsunuz hemen
veriyorlar. Mesela fosforlu bir Sfenks aldım. Fosforlu taştan yapılmış.
Karanlıkta parlıyor. İlk gittiğim yer 580 Pound dedi. Sonra başka yerde sordum
380 Pound dedi. Ben de 10 USD vermeyi teklif ettim. Asla olmaz dedi sonra ben geri dönüp gidince
tamam dedi verdi. Yani her şey böyle oluyor. Bir de poundlarım bittikten sonra
fark ettim ki Dolar görünce her şeye tamam diyorlar. Ben de yanımda bir sürü 1
dolar götürmüştüm. Şu düğünlerde havaya atılanlardan (Döviz bürosu bu kadar çok
1 dolar alınca düğün mü var diye sormuştu : )))
) Yani benim gibi yaparsanız her şeyi daha da ucuza alma şansınız var.
Ayrıca satıcılar inanılmaz
ısrarlı. Yani otobüs kapısından içeri
fırlıyorlar peşinizi bırakmıyorlar hayatınızda böyle bir ısrar
görmemişsinizdir. Onları gördükten sonra Türkiye’de turistik yerlerde ki çay
bahçelerine ,restaurantlara çağıran ya da benzeri alışveriş de buyurun gelin
diyen bizim satıcılar inanın devede kulak kalıyor. Meğerse bizimkiler ısrar
değil posta koyuyormuş bile diyebilirsiniz : ) ) )
Bir de dolaşırken sürekli Türkmüsünüz
? Nerelisiniz diye soruyorlar. Türküz derseniz hemen milli marşları gibi
ezberledikleri “Hasan Şaş, Yavaş yavaş” demeye başlıyorlar. Önce hoş geliyor
sonra boş geliyor ve sıkılıyorsunuz. Hele ki o cümlenin eskiden arap
sinemasında çevrilen ve tüm arap ülkelerine dağıtılan porno bir film’den replik
olduğunu öğrenince.. meğerse adamlar bizimle dalga geçip inceden inceden de
taciz ediyorlarmış : ))) Bunu
öğrendikten sonra “ne demek istediğini iyi biliyorum” der gibi ben gayet ciddi
yüzüne bakıp geçiyordum.O zaman geri adım atıyorlardı ;) Bu arada beni
sanırım boyum uzun ve saçlarım kızıl olduğu için Rus zannettiler.
Önceleri rusmusun dediklerinde hayır diyordum sonra evet demeye başladım sonra
baktım her türlü kurtulamıyorum cevap vermeyerek uzaklaşmayı seçtim ve son
yöntemim etkili oldu ;)
Bu arada yemeklere
gelince.. Bol bol sarımsaklı , soğanlı
ve baharatlı. Yani bizim ağız tadımıza uygun. :D Yalnız ilk kez kokarmıyım biri
rahatsız olurmu düşüncesi olmadan rahat rahat yedim. Çünkü herkes yedi ve de
ilginç kokmadık. Ya da zaten hepimiz kokuyorduk fark etmedik J )))
Bana gitmeden önce söylenen
yediklerine dikkat et ile ilgili tatsız bir durum yaşamadım. Sabah ve Akşam yemeklerini zaten otellerimizde
son derece mükemmel açık büfe yiyorduk. Öğle yemeklerimizi dışarıda yiyorduk ve
hep kaliteli güzel yerlerde yedik. Restauranta gidince 3 soru var. “Tavuk mu ?
, Balık mı ?, Et mi ? yiyeceksin” Ben
ilk gün seçimimi Et’den yana kullandım. Fakat gelen et çok tuhaftı. Bu yaşıma kadar
yediğim hiçbir Et’e benzemiyordu. Arkadaşlarda fark etti. Bu kesin Deve eti
diye tahmin yürüttüm. Sorduk öküz eti dedi. Fakat halen deve eti yediğimizi
düşünüyorum . önemli değil tabii sonuçta deve de yeniyor fakat inanılmaz
lezzetsiz di. Belki de onlar pişirmeyi beceremedi bilmiyorum. Sonraki günlerde
tercihimi hep balıktan yana kullandım. Nil’den tuttukları balıklar .
Lezzetliydi. Bir gün de çok enterasan bir seçimle karşılaştım. Et, Balık ,
Tavuk ve GÜVERCİN ! nasıl yani dedik. Güvercin dedikleri Bıldırcın olmasın ?
Hayır değilmiş. Yemek için Güvercin Çiftlikleri varmış ve yiyorlarmış. Ben her
zaman değişik tadlara açık biri olarak hemen seçimimi Güvercin’den yana yaptım.
Izgara şeklinde ortadan ikiye kesilmiş geldi. Çok lezzetli fakat eti yok. Zaten
rehberimiz söyledi. 1 tane yetmez 2 tane söyleyin diye. Ben de beğenirsem 2.yi
söylerim diye düşünmüştüm. En fazla 3 çatal et çıktı . Bildiğimiz bıldırcın
lezzetinde. Güzeldi yani. Fakat 2. Güvercini yemedim. Tadımlık tadında kalsın
misali ;) Sonra tekrar balığa döndüm Ta ki 5. Güne kadar.. O gün yine Nil
kenarında motorla gittiğimiz güzel bir restaurant’da balık söyledim. Güveç
içinde bol soslu bol baharatlı geldi. Sonra baktım et ve tavuk isteyenlere de
aynı sosu kullanmışlar her şey aynı yani. Fakat bana çok ağır geldi. Soslarını
yemedim içinden balığı seçip yedim. Ve o gün iptal oldum. Hayatımda hiç böyle
bir mide bozulması böyle bir fenalık yaşamamıştım. O gün o halde günü bitirdim
fakat gemiye gittiğimizde nakavt olmuştum. Sağolsun sevgili arkadaşım safiye
ilaç verdi. (her grupda bir doktor turist olmalı :D ) Dinlendim ve çok şükür
çok hızlı bir şekilde toparladım. Bu arada Zaten sol ayağımın tendomunu da
gitmeden önce incittiğim için ağrıyan sol ayağımdan dolayı yüklendiğim sağ
ayağımın da şişi inmişti. Fakat Sabah
kalktığımda komple kendime gelmiştim. Kendimi yeniden doğmuş gibi dinç
hissettim. O gün de şifa tapınağı günüydü. Demek ki onun için iyileştim ya da
iyileştirildim ve kalktım.. Fakat midemin düzelmesi 3 – 4 günü buldu ve bu süre
zarfında da sürekli sossuz makarna,patates haşlaması muz gibi şeyler yemeğe
özen gösterdim : )))
(kaldığımız gemi)
Bu arada çok enteresan bir
durumda insanların otobanda yürümeleriydi. Vızır vızır arabalar geçiyor ve
insanlar en küçük telaş yapmadan gayet rahat , otobanda değil de sahil de gezmeye çıkmış gibi karşıdan karşıya geçiyor. Yani şaka gibiydi.
Bu arada trafik ışığı ve trafik polisi diye bir şey yok. Yaya geçidi zaten
hayal. Yani şaka gibi bir ülke. Ve bu kadar Kaos içinde hakikaten kendi
düzenlerini yaratmışlar. Yani ne araba kazası ne da başka bir şey yok çok
şükür. En azından biz hiç görmedik. En büyük olay sen sağa döndün ben sola
gidicem tartışması oluyor. Düzensizlik içinde düzen kurmuşlar öyle gidiyor
hayat..
(Şehirde bir Traleybüs)
Mısır’da dolaşırken bir
süre sonra fark ediyorsunuz ki alışmışsınız. Yani çok tuhaf gelen her şey çok
normal gelmeye başlıyor. Bu arada önce hayranlıkla dolaştığınız her yer de
hikayeler ve olaylar ne kadar farklı olursa olsun, bir süre sonra “burada da hiyeroglif sütunlar ve taşlar var” şeklinde
normal bir algılamaya dönüşüyor. Ben bunu
Antik Ege- Akdeniz Trekking
Gezilerimde yaşamıştım. Selçuk, Tire , Midas, Aspendos falan derken
artık tüm antik şehirler normal gelmeye başlamıştı. Mısır’da öyle oldu benim
için. Evet burada büyük ve Mistik bir Medeniyet Yaşamış ve her şey muhteşem
düşüncesi yerleşiyor ve öylece de kalıyor..
Ve dönüş yolculuğu..
Türkiye’den Kahire’ye
uçarken valizim 24 kg idi. Kahire’den Aswan’a uçarken 17 kg. oldu. Luxor’dan
Kahire’ye uçarken 19 kg oldu ve Kahire’den istanbul’a gelirken içindeki bir
sürü taşa aksesuara rağmen 20 kg oldu. J)) Yani Benim valiz ağırlaşması gerekirken sürekli eksildiğine göre muhtemelen havalanlarının tartısı
bozuktu. Yoksa bir anlam veremedik J)) i .
Dönüş benim için tam
zamanıydı. Yani 9 gün benim için yeterli
bir süreydi. Ülkemi, Evimi ve Tüm Dostlarımı Arkadaşlarımı yani sizleri çok
özlemiştim. Kahire’den ayrılırken içimde
hem huzur hem de burukluk vardı. Huzur bu dünya’da ki yuvama topraklarıma
döndüğüm içindi, burukluk ise geçmişteki yuvamdan ayrılış gibi bir şeydi..
Fakat hissettiğim şuydu ki , Ben kesinlikle ve kesinlikle kendimi Türkiye
Topraklarına ait hissediyordum. Geçmişte ne yaşandıysa yaşandı. Önemli olan
daima ŞİMDİ ve BEN de BENİM..
Bu arada Mısır’a Veda
Etmedim çünkü birgün tekrar görüşeceğimizi biliyorum..
Alev Cedimağar
Şifa ve Yaşam Terapisti